95 yıl önce bugün -24 Ekim 1929- yine bir perşembe günü dünyanın gördüğü en büyük krizlerden birinin patlak verdiği gündür. Bu krizlerden ders çıkarmayı bir yana yeni krizler için maalesef elimizden geleni de yapmaktayız.
Nedir bu kriz denilen şey?
Türk Dil Kurumu krizi “Bir ülkede veya ülkeler arasında, toplumun veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem, bunalım, buhran, çöküntü” olarak tanımlamıştır. Ancak etimolojik kökenine indiğimizde Latince ve Yunancaya dayanan kriz kelimesi, buhran ya da bunalım gibi kavramlarla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Beklenmedik bir sosyal, ekonomik veya psikolojik gelişme karşısında normal ilişkilerin ciddi olarak sarsılması, karşılaşılan sorunun halledilmesinde mevcut çözüm yollarının yetersiz kalması sonucu ortaya çıkan durumları ifade etmek için kriz sözcüğü kullanılmaktadır. Ekonomik kriz ise ekonomide aniden ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan olayların ülke ekonomisi ile maliyesini ciddi anlamda sarsacak sonuçlar ortaya çıkaran bir sebep (belki de sonuç) olarak düşünülmelidir.
Çincede kriz kavramının karşılığı “weiji”dir. Bunun Çincedeki karşılığı tehlike ve fırsat kavramlarının ikisi için de kullanıldığı söylenir. Ama Çincede kriz, fırsat demektir ifadesi bir söylentiden ibarettir ya da en azından ben öyle biliyorum.
Kriz ne oldu da başlamıştı?
1920 yılının başlarında ABD savaştan çıkmış, reel üretim hızla artmış, reel ücretler yükselmiş, satın alma gücü artmış, artan talep nedeniyle de ciddi bir üretim artışı yaşanmıştı. Hatta bu dönem “kükreyen yirmiler” adıyla anılmaktadır. Satın alma gücü artan Amerikalılar tasarruflarını yüksek gelir getiren finansal araçlara yatırmaya başladılar. Kolay ve fazla para kazanmaya da başlayınca, bu kez bu kişiler borçlanarak finansal piyasalara yöneldiler. Böylece Amerikan halkının tasarruflarının büyük kısmı borsalarda değerlendirilmeye başlandı. Ancak her güzel şeyin bir sonu vardı ve kriz yaklaşıyordu.
Krizle ilgili olarak bilinen ilk açıklama 5 Eylül 1929’da Ulusal İş Konferansında Roger W. BABSON adında bir finans uzmanının tahminidir. Şöyle der Babson; “Borsanın çökmesi kaçınılmaz ve sonuçları çok kötü olabilir, fabrikalar kapanacak insanlar işten atılacak”.
Kapitalizmin en önemli argümanlarından biri de çıkıntılığa yer vermemesi, gerçeği kabul etmemesi, sistemin işleyişinin tozpembe gösterilmesini sağlamak ve bunun aksini iddia edenleri ise itibarsızlaştırmaktır. Dönemin New York Borsası idarecileri ve sözcüleri Babson’un tam aksi beyanatlarda bulunmuş ve Babson hakkında karalayıcı yazılar yazmışlardır. Hatta vatan hainliği ile suçlanmış da olabilir.
Ne var ki Babson’un beyanının üzerinden 49 gün geçmiş ve “Kara Perşembe” gelmişti. Tarih 24 Ekim 1929 Perşembe. Buhranın 24 Ekim 1929 günü, borsanın çökmesiyle başladığı ve ülkenin harcama politikalarını değiştirmeye başladığı 1933 Mart ayına kadar sürdüğü genel kabul görmektedir.
O gün ABD borsası çöktü. Herkes elindeki finansal enstrümanları satmaya başladı. Sattıkça değerleri düştü. Gün bitince borsa 4 milyar dolar değer kaybetmişti. Dow Jones Sanayi Endeksi ortalaması 380’den 230’a düşmüştü. Bu çöküşten hemen hemen tüm Amerikalılar ciddi anlamda etkilendi. Hatta tasarruflarını borsada değil de bankalarda değerlendirenler de parasını geri alamaz hale geldi. Çünkü bankalar kendilerine yatırılan mevduatlar ile kapitalizmin korkunç sevdası olan kolay para aşkına tutulmuş, borsadan kâğıt satın almışlardı. O dönem, ABD’de bankacılık yasasının olmayışı nedeniyle bankaların bu şekilde davranmaları bu tarz bir sonuç doğurmuştu. Böylece 1929 yılında Kara Perşembe ile başlayan çöküş, iki yıl içinde borsanın yüzde 90 değer yitirmesine yol açmıştı[1].
Esasında ortaya çıkan bu çöküş, bir neden değil bir sonuçtur. Borsanın çökmesinin nedeni Amerika’nın iktisadi sorunları devlet müdahalesi ile çözmek yerine bunu piyasa dinamikleri ile kendiliğinden çözülmesine bırakmasıydı. Yani bu kriz kümülatif toplanan sıkıntıların patlamasından başka bir şey değildi. İşte bu durum kapitalizmin en önemli kronik sorunlarından biridir.
Krizin ortaya çıkmasının temel nedenlerinden biri, ABD ekonomisinin kartelleşen ve tröstleşen büyük firmalara dayanmasıydı. Bunlardan birinin zarar görmesi domino taşı etkisi gibi birçok küçük firmayı da etkileyebilmekteydi. 1929 yılında ABD’de holding sayısı 200 kadardı[2]. Üretim ilişki ağının koskoca ülkede az sayıda firmaya bağlanması ve bunlardan birinin kesilmesi diğer organlara giden sıvıyı da engellemektedir. Bu da krizin temel nedenlerinden biri sayılabilir.
1929 Kriz öncesi Klasik Ekonomik anlayış ABD’de etkiliydi. “Laissez faire laissez passer” olarak bilinen “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı dönemin ABD ekonomisinin temel anlayışıydı. Devlet müdahalesinin olmadığı bu sistemde her olayın kendi dinamikleriyle çözüleceği anlayışı krizin patlak vermesindeki nedenlerden biridir. Krizin olacağını, buna engel olunması gerektiğini dile getirenleri vatan haini olarak nitelendirmişlerdi. Sistem kendi kendini tamir edecek anlayışı, devlet müdahalesini de dışarıda tutmuştu. Vaziyet bu iken piyasa dinamikleri tek başına devlet müdahalesi olmadan krize yenik düşmüştür.
Bir diğer neden global kapitalizmin ana lideri ABD’nin diğer dünya ülkelerine borç verip bunları geri alamaması olmuştur. ABD, özellikle Birinci Dünya Savaşında 20 devlete borç vermişti. İngiltere, Fransa ve İtalya en çok borç alan ülkelerdi. Örneğin Amerika 9 Şubat 1922 tarihinde 13 devlet ile çok uzun vadeli anlaşmalar yaptı. Bunlardan biri olan İngiltere ise ilk 10 sene yüzde 3, müteakip yıllarda ise yüzde 2,5 faiz ile 62 yılda ödeyecekti. Özellikle Fransa ve İngiltere Almanya’dan aldıkları tazminatlarla borçlarını öderken Almanya ise ABD’den aldığı kredi ile bu tazminatları ödeyerek anlamsız bir sarmal yaratmıştır[3].
Krizin neden çıktığı konusunda Başkan Hoover, sorumluluğun Avrupa’da olduğu konusunda ısrarcı davranmıştır. ABD’nin borsa spekülasyonu gibi hatalarının olduğunu kabullense de buğday, kauçuk, şeker, gümüş, çinko ve pamuğun aşırı üretiminden tüm dünyayı sorumlu tutmuştu[4]. Ancak krizin genel konjonktürel dalgalanmalara oranla daha uzun sürmesinde Başkan Hoover’in savunduğu nedenin dışında farklı konulara yönelmelerine neden olmuştu. Bazı iktisatçılar, Keynes’in İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi kitabındaki açıklamalara eğilmişlerdi. Bunlar, nüfusu azaltan göçmenlik kısıtlayıcı politikalar, konut inşaatlarındaki düşüş, borsadaki çöküşün ardından yaşanan servet kaybı ve 1930 tarihli Smoot-Hawley gümrük vergisi kanunuyla dış ticaretin çökmesi olarak sıralanmıştı. Ayrıca krizi derinleştiren Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımı ve Versailles Anlaşması ile Almanya’nın büyük tazminatlar ödemeye zorlanması gibi gelişmelere Joan Robinson “beggar thy neighbor” Türkçe karşılığıyla “komşunun canı çıksın” adını vermişti. Tüm ülkelerin kendi yararlarını, başkalarının zararı pahasına ticaret yaparak gücünü geri kazanmayı amaçlayan bir korumacılık politikası ve devalüasyon gibi uygulamalar yapılmıştı[5].
Kriz nasıl aşılmaya çalışıldı?
ABD’de çıkan bu krizin nedenleri tartışılırken günah keçisi doğal olarak o dönemin ülke idarecileri görülmüştü. İktidarı devralan Roosevelt, “new deal” adını verdiği ve Keynesyen çözümleri barındıran bir kurtarma paketini uygulamaya sokmuştu. Bu paketle devlete ekonomiye müdahale yolu açılmış, ekonominin canlanması için Keynesyen iktisadi yapısının temel dinamiği olan toplam talebi artırma yolu seçilmiştir. New deal paketi ile altın/döviz kur düzenleme yetkisi devlete bırakılarak finansal reform yapılma amaçlanmıştı. Bunun için Amerika’da çok fazla kanun değişikliğine gidilerek hala da geçerliliğini koruyan birçok kanun ihdas edilmişti. Avrupa da buna paralel bir anlayış sergilemiştir.
Krizin Türkiye’ye yansıması
Kriz sonrası tüm dünya daha fazla devlet odaklı politikalara yönelmişti. Türkiye’de de benzer süreç oldu. Korumacılık ve devletçilik, 1930-1939 dönemi ekonomi politikalarının iki önemli ve belirleyici özelliğiydi. Bu sayede ilk sanayileşme hareketi başlamış oldu. Böylece, büyük buhran döneminde Türkiye ekonomisi dışa kapanarak milli sanayileşme denemesi içine girmişti ve büyük oranda başarılıydı[6]. Kriz sonrası tarıma ağırlık verilirken sanayiye daha fazla ağırlık verilmeye başlanmış. Özellikle Birinci İzmir İktisat Kongresinde alınan kararların uygulanması nedeniyle 1930-1946 dönemlerin devletçi yıllar olarak algılanması bundan dolayıdır. Kriz sonrası Klasik İktisadi akımın güven kaybetmesi ve yerine Keynesyen düşüncenin hâkim olması da devletçilik adına önemli bir milat sayılmaktadır. Günümüzde bile kriz ifadelerinin her kullanıldığı yerde Keynes ve Marks’ın adı zikredilmekte hatta bir kısım gazete bile manşetten “Keynes ve Marks haklı mı çıktı?” ya da “Daha düne kadar adı anılmayan Keynes ve Marks gibi isimler ana akım günlük gazetelerin bile sayfalarından inmez oldu.[7]” şeklinde başlıklara fazlasıyla yer vermişti.
Ezcümle
1929 ekonomik krizi, yeryüzünde oluşmuş en etkili krizlerden biri hatta birçok açıdan en etkili krizdir. Bu krizden en az etkilenen ülkelerden biri de Türkiye’dir. Dünya ticareti içinde yeterli bir hacme sahip olmamamız, ülke içinde güçlü bir pazar yapımızın olmayışı ve daha önemlisi üretimimizin tarıma dayalı olması krizin etkisini olabildiğince az hissetmemizi sağlamıştır. Ancak kriz, ülkemizi hiç etkilemedi değil. Kriz etkisini ülkemizde özellikle 1930’ların başında gösterdi. Biz de başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere diğer idarecilerin liberal politikaları terk edip, devlet destekli bir iktisat politikası uygulamaları 1933 yılından itibaren ekonomik ibreyi yükselişe geçirmiştir. Bu dönemde yeni vergiler ihdas edilmiş, bazı vergilerin kapsamı genişlettirilmiş ve vergi oranları da yükseltilmiştir.
Bu krizin etkisi sadece 1938 yılına kadar sürmemiştir. Çünkü bu krizin hem nedeninden hem de sonuçlarından ders çıkarılması münasebetiyle günümüze kadar uyarlanması gereken ve her biri doktora tezi değerinde birçok parametresi mevcuttur. Bu parametreleri doğru okumak ve en rasyonel şekilde anlamlandırmak ülkeler açısından en doğru yaklaşım olacaktır. Yabancı basında ve ülkemizin bir kısım basınında da sıklıkla alarm veren kriz söylentisini de bertaraf etmek adına tüm krizlerin nedenlerini iyi anlamak zamanında nedenlerini saptamak, doğru ve etkili önlemler almak iktidarların en önemli sorumluluklarından biridir.
İktidarın bu çalan çanlara kulak verip doğru tedavi yöntemleri uygulaması gerekmektedir. Bu tedavi yöntemlerini İktidara hatırlatmak görevi biz akademisyenlere ve özellikle de muhalefet partilerinin asli görevidir. Gecikmiş adalet, adalet değildir derler bilirsiniz. Bu ifadeyi ekonomiye pekâlâ uyarlayıp gecikmiş müdahale, etkin müdahale değildir şiarına sahip olmamız gerekmektedir[8].
[1]Louis Pommery; Yeni Zamanların İktisat Tarihi 1880-1939, Cahit Talas (çev.): Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, 1956, s.93
[2] Cafer Unay; Ekonomik Konjonktür (Analiz, Teori, Tahmin), 3. Baskı, Uludağ Üniversitesi Yayınları, 1988, Bursa, s.87.
[3] Unay, s.80
[4] Charles P. Kındleberger; Cinnet, Panik ve Çöküş, Mali Krizler Tarihi, (Çev. Halil Tunalı) İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 167.
[5] Sumru Öz; Kriz ve Korumacılık: Tarih Tekerrür Edecek mi?, Tüsiad - Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu Çalışma Raporu Serisi, Temmuz 2009, 2018, s.13; Dietmar Rothermund; The global impact of the Great Depression 1929-1939. Routledge, 2002, s. 6-7.
[6]Korkut Boratav; Türkiye İktisat Tarihi (1908-2002), İmge Kitabevi, İstanbul, 2005, s. 59.
[7] https://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/4280/sayfa/2008/12/30/6.xhtml
[8] Bu yazı daha önce kitap bölümü olarak yazdığımız Murat Batı & Emine Yöney; 1929 Ekonomik Kriz ve Mali Sonuç, Okan Üniversitesi Yayınları, 2019. Eserinden bazı bölümleri alıntılanarak oluşturulmuştur.