Geçtiğimiz günlerde Gazetemizde yayınlanan ve benim de yazılarını zevkle takip ettiğim Sayın Abdullah Tolu’nun, “Dernek Aidatını Gider Yazma Sorunu Devam Ediyor” başlıklı yazısı, bana biraz düşündürtücü bir yazı olarak geldi. Sayın Tolu, bu yazısında; Şirketlerin ihtiyari olarak üye oldukları mesleki kuruluş veya derneklere ödedikleri aidatların kanunen üyelik zorunluğu olmadığı için gider yazılamayacağı yönündeki özelgeleri eleştirmekte ve gider yazılabilmesi gerektiğini yazıyor. Ben de görüşüne katılıyorum.
Bir harcamanın gider yazılabilmesi esas itibariyle Gelir Vergisi Kanunu’nun 40. maddesinde, “ticari faaliyetle illiyet bağı bulunması” koşuluna bağlanmıştır. Bir harcama, ticari faaliyetin ifası (kazancın elde edilmesi), sürdürülmesi veya muhafazası için yapıldığı takdirde, gider yazılabilecektir. Tabii ki burada illiyet bağının ispat yükü, -genelde- mükellefe aittir (örneğin seyahatin iş seyahati olduğunu, yemekli ağırlamanın müşterilere yapıldığını ispat etme gibi). 40. maddede bu belirleme yapılamasa idi de, zaten “”vergilendirilecek gelirin safi olması” ilkesi bu sonucu vermektedir.
Tolu’nun yazısında atıf yaptığı özelgelerde dikkati çeken ise harcamanın, kazancın elde edilmesi ile “sıkı sıkıya” bağlı olmasının aranması. Demek ki Bakanlık, Kanunda olmayan bir koşul daha ihdas etmiş. Kazancın elde edilmesi ile “gevşek” bağlı harcamalar gider yazılamayacaktır. Örneğin yazı konusunda, bir Şirket, TÜSİAD veya MÜSİAD yahut TÜGİAD gibi bir derneğe, iş çevresini genişletmek, prestij sağlamak yahut markalaşmaya faydalı olacağını düşünerek üye olsa, bu kuruluşların çalışmalarından yararlansa, bu üyeliği ticari faaliyeti için yapmış olmayacak mıdır?
Öte yandan bakanlığın yorumları ise güne, ortama ve hazinenin menfaatine göre değişebilmektedir. Aynı kanunun aynı maddesine göre, bir tarihe kadar serbest meslek erbabı bürodaki yemek, çay-kahve giderlerini gider yazamazken, yine bir tarihe kadar mesleki sorumluluk sigortası primlerini gider yazamazken, bir tarihten sonra yazabilir hale gelmiştir. Bütün bu yorumlar aynı kanun maddesine göre yapılmıştır. Bu görüş değişiklikleri, ne yargıda ne de idarede görüş / içtihat değişikliğinin sebebinin açıklanması geleneğinin olmaması sebebiyle, ancak idare hukukunun “hikmet-i hükümet” (genç hukukçular bunu “devlet aklı” diye Türkçeleştiriyorlar) teorisi ile açıklanabilmektedir.
Bu örnekleri kolaylıkla çoğaltmak mümkündür.
Bence bu tip özelge taleplerine Gelir İdaresi’nin, “yaptığınız harcamanın faaliyetinizle illiyet bağını kurabiliyorsanız ve bunu incelemelerde ve/veya yargı önünde kanıtlayabiliyorsanız gider yazabilirsiniz” şeklinde yanıt vermesi en doğru olanıdır.
Öte yandan günümüzde mükelleflerin, işletmelerine danışmanlık hizmeti verebilecek YMM’lik, SMMM’lik ve avukatlık gibi meslekler varken, Gelir İdaresi’ne bedava danışmanlık yaptırtması, zaten yanlış olandır. Söz konusu meslek mensuplarının sorumluluğu alarak ve araştırma yaparak cevap vermek yerine, sorumluluktan kurtulmak için topu Gelir İdaresine atması da bir başka yanlışlıktır.
Ben burada yine, vergi mevzuatının işletmeler için otoriter nitelikte sıkı bir kafes oluşturmasına karşı olan görüşümü tekrar edeceğim. Daha önce de “Giderlere Özgürlük” başlığı ile yazmıştım. Çünkü gider yazabilme sorunu, özelge bazında değil, ancak ilke bazında ve kanun düzeyinde çözülebilir.
Vergilerin “mali güç” oranında ödeneceğine ilişkin Anayasal ilkenin ötesinde, kazanç vergilerinde vergilendirilecek gelirin özelliklerini belirleyen GVK’nın 1. maddesinde yer alan “gelirin gerçek olması” ve “gelirin safi olması” ilkeleri karşısında, “Kanunla yasaklanmadıkça faaliyetin/kazancın elde edilmesi, korunması ve sürdürülmesi için yapılan her türlü harcamanın/giderin matrahtan indirilmesinin, kanunlarca yasaklanmadıkça asıl olması” gerektiğini rahatlıkla ifade edebilirim.
Bu sebeple indirilecek giderleri düzenleyen kanun maddeleri gereksizdir. Kanunda sadece ilkenin; “kazancın / iradın elde edilmesi, korunması ve sürdürülmesi amacı ile arasında illiyet bağının bulunması” hususunun belirtilmesi bence yeterlidir. Burada illiyet bağının ispatının kime ait olacağı ayrıca ve bir düzenlemeye bağlanabilir.
Yasalarda olması gereken, davranışa izin veren hükümlerin değil, izin vermeyen hükümlerin yer almasıdır. Hiçbir yasa hakların ve özgürlüklerin kullanılmasına izin veren hükümler içermez. Yasalarda bulunması gereken, hakların kötüye kullanımını önleyen veya bir düzen içinde kullanılmasını sağlayan veya hakkın kullanımına haksız müdahaleleri önleyen hükümlerin bulunmasıdır. Aksi görüş, nefes almaya izin veren hükmü yasalarda aramaya kadar bizi götürür. İdari ve yargısal yorumlarda da bu ilkeler doğrultusunda hareket edilmesi gerekir. Bu nedenle gelir ve kurumlar vergisi açısından kanunen kabul edilmeyen giderlerin yasalarda sayılması bence yeterlidir.
Bazı harcamalarda; gider yazmaya - idari anlayışta sıkça denildiği gibi - olanak veren bir düzenleme yoksa da, bu tür harcamaların gider yazılmasına engel her hangi bir yasal düzenleme de yoktur. Bence idari anlayışta veya yapılacak yorumlarda, gider yazılabilecek kalemleri belirlerken, izin veren maddelere değil, yasaklayan maddelere bakılması gerekir. Bu da izin veren maddeleri gereksiz kılar. Belki burada sadece bazı özellikli gider kalemleri, “aşağıdaki harcamalar açısından illiyet bağı var kabul edilir” hükmüyle sayılabilir.
İşletmeler ve sorumlu kişileri, illiyet bağının varlığını ispat konusunda kendilerine güvendikleri her şeyi gider yazabilmelidirler. Bu noktada belki ilk yıllarda bazı belirsizlikler yaşanabilirse de birkaç yıl içinde meslek odalarının ilke kararları, denetim raporları, ihtirazi kayda veya denetime dayalı yargı kararları ile sistem oluşur ve nihayetinde gerçek safi kazancın mali güce göre vergilendirme yolunda ilerleme sağlanmış olur. Yoksa bu günkü sistemin başarılı olmadığı, mükellefleri kayıt dışına ittiği açıktır. Nitekim gider yazma özgürlüğünün kısıtlanması, kanunlardaki mali güç ilkesinden uzaklaşma sonucunu doğuran hükümlerle birleşince, giderek işletmelerin sermayelerini yemeye doğru gitmesine yol açmaktadır.
Dünya | Bumin DOĞRUSÖZ